Gökyüzü, mavinin iç kıpırdatan umut dolu, tonunu gözler önüne sererken; bulutların beyaz rengiyle alacalanmaktan mutlu görünüyor. Öyle anlaşılıyor ki bulutlar, hüzünlü gözyaşlarını umudun mavi rengiyle dağıtmış. Vaktiyle, her dertli damlaya içini açan toprak anaya, gölgelikler ihsan etmeye devam ediyor. Fotoğrafta, güneş olmasa da ısısına duyulan özlem, ışığının aydınlığında gizliyor kendini. Sararttığı ekin başaklarıyla oynaşıyor sanki. Bir taraftan yeşilin sarıyla buluşmasına tanıklık ederken, diğer taraftan toprağın bağrından fışkıran bereketle umutlanıyor insan…Hayallere dalarken buluyor kendini.
Tam da özgürlüğün ruhu canlanmışken, zihinlere siyah damlalar düşüren tel örgüler, batıyor bakan gözlere. Acı duyamasa da, irkiliyor insan...Renklerin içine, berekete, güneşin ısıttığı ışığa, özgürlüğe koşacakken, engel oluyor dikenler...
Peki ya, zihinlerdeki dikenler?! Dokunmayı, hissetmeyi bertaraf eden, gerçekmiş gibi addedilen sanal alemler? Gerçeklikle kopan bağları onarmak yerine, sanal olanla iktifa etmek yetiyor insana. “Evrenin tüm karanlığı tek mum ışığını bile köreltemez”
İnsan maalesef, etrafı sınırlarla çevrili hapsedilmiş bir dünyaya doğdu. Sanki insanoğlunun kaderi bu; bazen soyut, bazense, somut sınırlarla yaşamak… Ama hakkını teslim etmek gerekirse, sınır koymakta gerçekten mahiriz. Onları sahipleniyoruz. Bu konuda bazen çok katı da olabiliyoruz. Sınırlarımızı korumak için çabalarız, hatta bazen canımızı dahi veririz. İnsan için kıymetli yani…Tuhaf değil mi? Bir tarafta kabına sığamayan, sürekli aşmaya çalışan bir insan, diğer tarafta, kaplar oluşturup aşılması zor duvarlar ören yine aynı insan.
Fakat yanlış olan ne? Tanrı dahi sınırlarla çevirmiş etrafımızı, nefesini tuttuğun ölçüde suyun altını keşfedersin, sahip olduğun teknoloji kadar Ay’a, Mars’a, Jüpiter’e gidebilirsin…İnsan sınır koymuş çok mu?!
Nitelik ve nicelik bakımından değerlendirdiğimizde (çünkü sınırlar dâhilinde değerlendirebiliriz) Tanrı insandan farkı olarak, koyduğu sınırlarda gerçekten cömert davranmış, uçsuz bucaksız vadiler, ovalar, okyanuslar, upuzun dereler, nehirler, sonsuzmuş gibi görünen gökyüzü ve daha sayamayacağım bizim için var edilmiş birçok şey…Ve Tanrı insanı sınırları zorlayan ve ötesine geçmek isteyen bir varlık olarak yaratmış. İşte bu yüzden insan, nefes almak için su altı tüplerini icat etmiş, Mars’a gidebilmek için araçlar yapmış, uzağı görmek için mercekler ve daha birçok şey… Evet, Tanrı sınır değil kapılar koymuş, kilidinin açılması için bilgi birikimi, teknoloji veya çalışmak, düşünmek gerektiren pek çok kapalı kapı…Tanrı sınırların ötesini imkânsız kılmamış. Aksine imkânları görünür kılmış, bu imkânları değerlendirmeyi insanın gayretine çabasına ve birikimine bağlı kılmış. Dolayısıyla Tanrı, tam da insanın aksine sınırları aşılabilir, geçilebilir kılmış.
Esasen bahsettiğim şey, sınırların tamamen kalktığı vıcık vıcık bir dünya ya da düzen değil; insanın sınır koymaktaki hadsizliği ve bunun insanı mutsuz kılan tüm yansımaları. Sınırların nasıl konulacağı, bunun değer ve ölçüsünün ne olabileceği hakkında kesin kanılara varmak hadsizliğini yapmaktan ar ederim. Fakat yolunda gitmeyen, insanı mutsuz eden, kendisini hapsedilmiş hissettiren, insanlar tarafından konulan sınırların hangi boyutlara vardığını gösteren bir fotoğraf karşısında sessiz kalmak imkânsızdı.
Nihayet fotoğraf, dikenlerin arkasından hayran bakan gözlere, kendi kendine koyduğu sınırların yine kendisine verdiği ezayı hatırlatırken; insanın sınırlar oluşturmaktaki hadsizliğini sorgulatıyor.
Hasan Algül
Comments