top of page
Yazarın fotoğrafıFatih Yerli

Kirazın Tadı | 1997 | Film Yorumu

Abbas Kiyarüstemi'nin Kirazın Tadı filmi, filmde hiç bitmeyen engebeli yollar ve başkarakter Bedii Bey'in yolculuğu, yol üstünde olduğunun farkında olan her insanın içinde bir şeyleri yerinden oynatmakla mâhir. Bedii bey her ne kadar bir sahnede "acılarımı anlayabilirsiniz ama hissedemezsiniz" dese de, anlamanın değil hissetmenin alanına giriyor insandaki bir takım ıssızlıkların filme yansıması. Diyaloglar, ansızın görüntüye giren iş makineleri ve onların sesleri (bu sesler filmin müziği niteliğinde), karakterler ve yüz ifadeleri izleyiciyi hikâyenin duygusal tarafında hissettiriyor.

 

Bedii Bey’in yolculuğu kendi kazdığı bir kuyuda hayatına son vermeye doğru yol alırken, üzerine birkaç kürek toprak atacak bir insan aramakla geçiyor. Tabi eğer ölmemiş ise, elinden tutup onu kuyudan çıkaracak kişiyi arıyor bir yandan. Gerçekten ölmek mi istiyor yoksa hayata tutunmak mı? Bu soru film boyunca zihinlerimizde dönüp dolaşıyor. Bir yandan duygulardan arınmış donuk yüz ifadesi dünyayı bir sürgün yeri olarak kavradığını ve insanlara karşı tamamen araçsal yaklaşımı ise tutunabilecek etik bir zemininin kalmadığını gösteriyor sanki. Hayata dair duygularını öylesine kaybetmiş ki, diğer insanların da duygularla pek ilişkisi yokmuş gibi davranıyor.  Yapacakları iş karşılığında vereceği yüklü paranın onları çok da üzerine düşünmeden ikna edebileceği kanısına sahip.


Kamyon dorsesinden dökülen topraklar ve Bedii Bey’in içinde yaşayan ölü öylesine iç içe geçiyor ki izleyiciye de uzun uzun düşünme imkanları veriyor. Kirazın tadı dediğimiz şey eğer hayatın rengi ise, kahramanımız arabası ve dış görünümü ile hayata tutunabilecek bir takım ekonomik ve sosyal şartları taşıdığını hissettiriyor. Anlıyoruz ki kaybolmuş olan şey başkaca fakat bunun içeriğini bilmemize imkan tanıyacak en ufak bir ipucu bile vermiyor yönetmen. Biz yalnızca yolculuğun şahidiyiz. Ölüm yolculuğunda yanına aradığı yoldaş ise bir dostu, tanıdığı, hayatında yer kaplayan bir insan değil Bedii Bey’in. Tutunamamış, olduğu yere yabancı, bir bakıma şu dünyada gariban kalmış birilerini arıyor. Bir yabancıyı. Sanki içsel bir olgunun dışsal tezahürünü yakalamaya çıkmış gibi.

 

Hayata tutunmanın üç cephesiyle yüzleşiyor Bedii Bey yolculukta. Gençlik, orta yaş ve ihtiyarlık.

İlkin Kürdistan’lı çok genç bir askeri alıp yoldan, kuyuya gidiyorlar. Genç adam bir asker yani güvenlik görevlisi fakat tezat üretecek kadar ürkek. Bir türlü gürleştiremediği sesi, utanç ve endişeyi birlikte taşıyan kaçak bakışları ve tam saatinde tabura yetişmek zorunda olmanın verdiği gerginlik sanki o gençlik yıllarında insanı dinamik tutan bir yaşamsallığın varlığını aşikâr ediyor. Filmin son bölümlerinde Bedii Bey’in panik halinde yaşlı adamı ararken ki ruhsal ifadeleri en çok o askere benziyor mesela. Çünkü korkaklık en temel yaşam belirtisi. Hayata ve hayatta kalmaya dair en derin duygu. Gençlik ve saflık, insan tekinin hayatla kurduğu ilişkide en tüketmediği ve tükenmediği dönemi ifade ediyor. Çünkü hala bir ihtimal var, hala manevra alanı oldukça geniş ve hala yürünecek yol için taze baldırları var insanın. 90’lı yıllarda İran ordusunda bir Kürt genci olabilmenin imkân ve ihtimallerini taşımaktadır hayat.

 

İkinci karşılaşma biraz daha orta yaş olgunluğuna sahip bir ilahiyat öğrencisi Afgan ile. Burada hayatın tutunulacak manevi, dini ve etik yönüyle karşılaşıyor Bedii Bey. Aslında kimseden bir katle dahil olmasını talep etmiyor kahramanımız. Kararını vermiş, mezarını kazmış ve yola çıkmış o. Tek istediği ölmüş ise bir avuç toprak, hayatta ise yukarı çıkmak için kendisine uzanan bir el. Fakat ilahiyatçı adam inandığı değerlere aykırı olan bir tutum karşısında saygıyla yaklaşsa dahi ilkesel olarak sürece asla teşne olmuyor. Uzun ısrarlar ve ödül karşısında direncini korumayı başarıyor. Evet, inanç ölüme tutunmak kadar hayata tutunmanın da en temel dinamiklerinden bir tanesi. Çünkü insan her halükarda bir anlam arar. Kimileri bu anlamı içerde üretebilmenin dikenli yollarına girer, yaralar berelerle yol kat etmeye çabalar. Kimileri için anlam önceden verilmiştir ve arayışsız bir yolu yürümeyi becerebilir.


Son olarak bir ihtiyar ile kesişiyor yolları. Yani ölüme daha yaklaşık biriyle. İhtiyar, ölümle burun buruna geldiğinde hayatın kendisini nasıl içine çektiğini, nasıl tekrar barıştığını anlatıyor. Üstelik bunu bir dut tanesi üzerinden, bir kirazın tadı, bir güneşin doğuşu üzerinden anlatıyor. Kaybedilmekte olan nasıl da güzelleşiyor, nasıl estetik bir belirginlik elde ediyor ve yüceliyor. Öte yandan teklifi kabul eden ihtiyar kaybedişin kapılarını açıyor Bedii Bey için. Hayata dair bir telaş filizleniyor işte burada, koşuyor, arıyor, buluyor ve diyor ki; ‘’Eğer attığınız taşlarla uyanmazsam beni omuzlarımdan tutup silkeleyin.’’

 

Hayat diyorum ben de… Kaybedilince kazanılan, uzaklaşınca yaklaşılan, yitirildikçe sahip olunabilen bir şey. Öyle değil mi?


İyi seyirler dilerim.


Fatih Yerli

11.02.2024

260 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments

Rated 0 out of 5 stars.
No ratings yet

Add a rating
Yazı: Blog2 Post
bottom of page