top of page
Yazarın fotoğrafıFatih Yerli

Kurban ( Offret - The Sacrifice ) - Andrey Tarkovsky | 1985 | Film Kritiği

Korku, Titreme ve Kurban


Soren Kierkegaard, Korku ve Titremeyi yazdığında yalnızca 30 yaşındaydı. Yazarken babasıyla, kiliseyle ve Hegel ile çatışmıştı. Çünkü onları anlamıştı, idrak sahasının içine alabilmiş, hesabını görmüştü. Fakat anlayamıyordu İbrahim’i. Moriya dağını adımlayamıyordu. 30 yaşındaki Danimarkalı adam İbrahim’i sadece övebiliyordu. Yaşadığı yıllarda bir etik söylencesi kurulmuştu ve bu zeminde İbrahim katil, İshak maktüldü. Ya İman? O çoktan meftaydı. Bu yüzden estetik olan ısrarla aranıyordu etik zeminde fakat aşikar etmiyordu bir türlü kendini. Çünkü İbrahim’i aşmış, akla varmıştı tarih. Geri dönmek ne kadar da zor. Kierkegaard’da farkındaydı bu geri dönüşün imkansız olduğunu ve bunu yüceltmek istiyordu. İşte bu yüzden Korku ve Titreme’yi yazdı.


Tarkovski Kurban filmini çektiğinde, ölümün kendisine bu denli yakın olduğunu hissediyor muydu bilinmez. Fakat Kurban onun son eseri oldu. İman olgusunun mihenk taşı yapıldığı iki filminden birisi ‘’İz Sürücü ( Stalker )’’ idi yönetmenin. Diğeri de işte bu, Kurban. Her iki film de sinema tarihinin en önemli yapıtları arasında yerlerini aldılar.


Katışıksız inancın ve teslimiyetin, efsaneler arasına karıştığı bir çağda, tarihin son meyvelerinden birisi oldu Kurban filmi. Çünkü artık Dünya, diplerinden dallarına, yeraltından gökyüzüne kadar son derece rasyonel bir gezegen. Bir etik söylencesi insanlar arasında hala dedikodu düzeyinde varlığını koruyor fakat “estetik” olan çoktan terk-i diyar eyledi.


Bu iki büyük eserin ortaya çıkışının müsebbibi olan, 3 peygamberi yeryüzünde yaşatan ve toprağa katan Allah’a hamdolsun.


Bab-ı Adem


Adem ki babasızdır

Adem ki babasıdır tüm çocukların

belki kendinin bile


Filmin başangıç sekansında, Tanrıyla arası pek de iyi olmayan bir adamın, Aleksander’ın oğlu (Küçük Adam) ile arasında geçen monolog sahneleniyor. Yaşlı bir Keşiş’in hikayesini anlatıyor Aleksander. Hikayede bir dağın başına diktiği kurumuş ağacı, her gün aynı saatte gidip sulamasını söylüyor yaşlı keşiş öğrencisine. Öğrenci 3 yıl boyunca bıkmadan usanmadan ve inancını yitirmeden aynı saatte yola düşüp suluyor kuru ağacı. Nihayetinde bir gün yine elerinde kovalarla tepeye çıktığında ağacın yeşerdiğini, çiçeklendiğini görüyor. Aleksander, bu hikayeyi anlatırken başı ve sonu görünmeyen bir patika yolun üzerinden geçiyor, sonra yanlarına postacı geliyor bisikletiyle ve Aleksander’ın etrafında dönüp duruyor. Tanrıdan, felsefeden, sanattan konuşuyorlar. Evet, yol içreler.


Peki ya ağaç?


Ağaç, nedir ki insanlık tarihinden başka? Bir ağaçla başlamadı mı her şey?

Yasak ağaca yaklaşmak değil miydi, dünya sürgünümüzün fitilini ateşleyen?

Alexander’ın doğum gününde başlıyor film, kurumuş bir ağacın etrafında. Adem’i Adem eden de ağaçtır, doğum günü o ağacın etrafında var olmuştur. Kuran’da geçen anlatıda Adem ve zevcesi cennettedir. Orada aç ve susuz kalmaz, çıplak olup üşümez ve güneşten yanmazlar. Her meyveden dilediklerince yiyip, cennet yurdunda yaşayacaklardır. Yalnız bir ağaca yaklaşmamalıdırlar. Nedir o ağaç? Nedir tutkudan gözlerini kör eden bu yasağın adı?


Şeceretu’l Huld. Bu kavram birazdan, Alexander’ın sözlerinde bir anlama bürünecek fakat evvela biz üzerine biraz düşünelim.


Şecere; Soy, mülk anlamlarına gelmektedir. Huld ise sonsuzluk manasına gelir. İblis, Adem ve zevcesini şöyle ikna eder; ‘’Ey Adem! Sana sonsuzluk ağacını ve çökmez bir saltanatı göstereyim mi, Öyleyse şu ağaçtan ye‘’. İşte insanın geri dönüşü olmayan, tarih boyunca tekerrürde bulunacağı ilk ve daim günah buydu. Meyve ısırıldı çekirdeği göründü, Adem ve Havva’nın da ayıp yerleri. Meyvenin ve insanın çekirdekleri, toprağa düştü ve sonsuzluğa uzanan bir soy yeşerdi buradan. Bu soyu daim kılmak için güç, kudret, mülk gerekti muhakkak. Adem oğlu tarih boyunca bu savaşım içerisinde yaşadı ve yaşıyor. Oysa, cennette kalacak soğuktan üşümeyecek, sıcaktan yanmayacaktı. Acıkmayacak susamayacaktı. Varlık sahasında ihtiyacı olan her şey ona verilmişti fakat insan ölümsüzlüğe aşıktı ve aşkının peşinde cennetten kovulmuştu. Bundandır işte şiirler yazar, fotoğraflar çektirir, bir çeşme yaptırır üstüne ismini yazar, babasının ismini verir oğluna, tırmanmaya, yükselmeye çalışır dünyanın zemininde. İnsan, fani olmayı fena bulmuştur.


Aleksander eski bir aktördür, edebiyat ve tiyatro eleştirmenidir, bir gazetecidir. Fakat bütün bu kimliklerinden sıyrılmış, yalnızca bir baba olarak kalmıştır film başladığında. Kimliklerinden sıyrılmış ve kendini aramaktadır, bir ağacın dibinde oğlunu kucağına almış ve konuşmaya devam etmektedir. Bir an, oğlu da ayrılır kucağından ve Alexander söze devam eder; ‘’Bir zamanlar bilge bir kişi, gerekli olmayan şey günahtır demişti ve eğer bu doğruysa uygarlığımız baştan aşağıya günah üzerine kurulmuş demektir.‘’ Alexander belki de o ilk günahın öznesi olduğunun farkına varmaya başlamıştı…


Bab-ı İbrahim


‘’İbrahim tek başına bir ümmetti (Nahl / 120)’’


Aleksander hiçliğe doğru yol alırken önce postacının kendisine getirdiği 1600’lü yıllara ait bir harita sahneleniyor. Bu yıllar Avrupa’da Rönesans yıllarıdır. Aklın ürettiği bilginin aşkın olan bilgiyi yavaş yavaş sindirdiği yıllardır. Ahlakın yerini etiğe bırakmaya başladığı dönemdir. Alexander bu çok zor bulunabilecek eseri biraz inceler fakat şaşırtıcı biçimde çok da önemsemez ve merdivenin altındaki duvara yaslayıp küçük adamı aramaya gider. Bu davranışı belki de bir önceki sahnede aldığı hediyeye duyduğu hayranlıkla ve üzerine yaptığı yorumla ilintilidir. İsa portrelerinin olduğu bir kitap hediye gelmiştir ve Aleksander portrelerdeki zarafete, mahremiyete, derinliğe ve maneviyata kaybedilmiş bir vatan hüznüyle bakar ve sonunda şöyle der;


‘’Ve bütün bunlar kayboldu artık, dua bile edemeyiz’’


Biraz sonra televizyondan korkunç bir haber girmiştir eve. Rusya nükleer bir savaşa girmiştir ve tüm insanlığın sonu gelmiştir. Evde iniltiler, ağlaşmalar, korku ve serzenişler yükselmektedir. Yalnız Aleksander kıyameti iliklerinde hissetmektedir. O güne kadar Tanrıyla arası iyi olmayan adam, Tanrı ile yalnız kalacağı bir odaya gider ve ellerini açar;


‘’Ulu Tanrım, Göklerdeki Ulu Tanrım, adın mübarek olsun. İnayetin üzerimize olsun. Yalnız senin dediğin olur. Rızkımızı sen verirsin. Bizi kötülüklerden korursun. Cennet senindir. Güç, zafer senindir. Amin. Tanrım, bu korkunç zamanda bizi esirge. Çocuklarımın ölmesine izin verme. Dostlarımı, karımı, Victor’u, seni sevenleri ve sana inananları, kör oldukları için sana inanmayanları da esirge. Seni bir an bile düşünmeyenleri de. Çünkü onlar acının ne olduğunu hiçbir zaman bilmediler. Bu saatte, bütün umutlarını, bütün hayatlarını, bütün geleceklerini kaybettiler. Sana teslim olma fırsatını kaçırdılar. Yürekleri korkuyla dolu olanlar, sonlarının yaklaştığını hissedenler, kendileri için değil, sevdikleri için korkanlar, onları senden, yalnızca senden başka hiç kimse koruyamaz. Çünkü bu en son savaş. Savaşların en korkuncu. Bu savaştan geriye ne yenen ne de yenilen kalacak. Şehirler, kasabalar, ağaçlar, otlar, kuyulardaki sular, göklerdeki kuşlar yok olacak. Sahip olduğum her şeyi sana vereceğim. Çok sevdiğim ailemi vereceğim. Evimi yakacağım. Küçük Adam’dan vazgeçeceğim. Dilsiz olacağım. Bir daha kimseyle konuşmayacağım. Beni hayata bağlayan her şeyden vazgeçmeye razıyım. Yeter ki sen, her şeyi eskisi gibi yap. Bu sabah ve dün nasılsa öyle yap. Beni hasta eden bu ölümcül hayvani duygudan kurtulmama yardım et. Evet, her şeyim senindir! Tanrım! Bana yardım et! Söz verdiğim her şeyi yapacağım.’’


Varoluş sancıları içerisinde kendisini arayan Alexander bir kıyamet senaryosunda kendini bulduğunda aslında kaybetmiş olur. Kendini bir adak, bir kurban olarak bulur. Rüyası ona Tanrıya kurbanını nasıl sunacağını gösterecektir.


Evet İbrahim tek başına bir ümmetti. Çağın ve coğrafyanın üzerinde tek başına. Tüm kadim anlatılarda Rabbi nasıl aradığı, pervane gibi nasıl dönüp durduğu anlatılır. Yaşlanmıştı İbrahim ve Şecere-i Huld kurumak üzereydi. Bir oğul sahibi olmasa imanını, bilincini nasıl taşıyacaktı? Kim bilir kaç gece kaç gündüz yalvardı Rabbine bir oğul için. Çok yaşlıydı İbrahim ve imanını koruyordu, bir oğul için diretiyordu. Sonra Rabbi ona bir köleden oğul verdi. Hacer’in oğlu İsmail. Kısa bir süre sonra Sara’dan bir oğul daha verdi, İshak. İbrahim’in daha evvel, kuşları parçaladığında mutmain olan imanı şimdi imtihan ediliyordu. İlkin İsmail’i ve Hacer’i ot bitmez, kervan geçmez bir yere bırakması emredildi, Mekke’ye. Hani kum yığınlarının arasında hayatta kalabilmeleri için su ararken Hacer, İsmail’in ayaklarının altından bir anda su fışkıran belde. İbrahim, onları Allah’ın rahmetine bırakıp Sara ve İshak’ın yanına dönmüştü. Sonra birkaç gece görülen o rüyalar. İbrahim elinde bıçağı ve yanında oğlu ile başını yere eğip Moriya dağına çıktı.


İbrahim’den istenen kurban neydi?

Çok sevdiği, ömrü boyunca varlığı için dua ettiği çok sevdiği oğlu mu?

Kendisinden doğacak hanif zürriyet mi? Şecere-i Huld mu?

Çağları aşacak tevhid bilinci mi?

Yoksa imanı mı?


İbrahim imanını koruyup, geri kalan her şeyi kurban etmeye hazırdı. Rabbi onu gördü, mutmain olmuş imanı gördü ve gökten bir koç indirdi. Rabbi onu gördü ve geri kalan tüm tarihi İbrahimi bilincin üzerinden inşa etti. Tüm peygamberler onun şeceresinden geldi.


Şimdi Aleksander’ın zihninde çatışan şeyler İbrahim’e doğru yol alıyor. İman, etiği askıya alabilecek bir “estetiğe” kavuşuyor zihninde.


Filmin başında Aleksander’ın etrafında dönüp duran, ona aydınlanma döneminin haritasını getiren, irrasyonel hikayeler anlatıp duran postacı bu defa rüyasına girer ve her şeyi düzeltmenin tek bir yolu olduğunu söyler; Kilisenin hemen arkasında bir kulübede tek başına yaşayan evin hizmetçisi bakire Maria ile birlikte olması. Bunun üzerine Aleksander çamurlu yollardan Maria’nın evine gider. Maria ona önce ellerini yıkatır ve Aleksander annesinden söz açar;


‘’Yıllar önce evlenmeden önce sık sık annemi ziyaret ederdim. Memlekete giderdim. O zamanlar annem hala hayattaydı. Evi küçücük bir kulübeydi. Bir bahçenin ortasındaydı. Küçük bir bahçeydi. Bakımsızdı. Otlar diz boyuydu. Yıllarca ihmal edilmiş bir bahçe. Ve sanırım hiç kimse oraya uğramamıştı bile. Annem ağır hastaydı. Evden çıktığı pek görülmemişti. Yine de o harap bahçenin ortasında kendine özgü bir güzellik vardı. Şimdi ne olduğunu anlıyorum. Havanın güzel olduğu günlerde çoğu zaman pencerenin kenarına oturur bahçeyi seyrederdi. Pencerenin yanında özel bir koltuğu vardı. Bir keresinde ortalığı düzeltmeye karar verdim. Yani bahçeyi düzeltmeye. Çimenleri kesip otları yakacaktım. Ağaçları budayacaktım. Aslında bütün bahçeyi kendi zevkime göre, kendi ellerimle yeniden düzenlemek istedim. Annemin hoşuna gitsin diye istedim. Tam iki hafta boyunca elimde bahçe makası ve tırpanla toprağı kazdım kestim otları ayıkladım ve başka otlar ektim. Burnumu topraktan kaldırmadan çalışıp durdum. İşi en kısa zamanda bitirmek için tüm gücümle çalıştım. Annemin durumu daha da kötüleşti. Yataktan kalkamaz oldu. Bense onun, pencerenin kenarına oturmasını ve bahçenin yeni halini görmesini istiyordum. Kısacası işimi bitirip her şeyi hazırladıktan sonra üstümü başımı yıkadım. Temiz çamaşır, ceket giydim. Boynuma kravat bile taktım. Sonra koltuğa oturup aynı onun yaptığı gibi bahçeyi seyrettim. Ben orada öylece oturmuş pencereden dışarı bakıyordum. Manzaranın tadını çıkarmaya hazırlanmıştım. Neyse, pencereden dışarı baktığımda gördüğüm şey, başka bir şeydi. O güzellik nereye gitmişti? O doğallık neredeydi?

Karşımdaki manzara iğrençti. Her yerde şiddetin izleri vardı!’’


İnsanoğlunun kadim ve doğal bilincini terk edip, yeryüzünü yeniden şekillendirme, yeni bir ruh üfleme çabasını anlatır gibidir bu hikayeyle Aleksander.

Bab-ı İsa


‘’Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı'yla birlikteydi ve Söz Tanrı'ydı.(Yuhanna 1:1) ‘’

‘’Çünkü bakirelik, o bir baş dönmesidir Başta gelir, başa gelir, başı yerinden eder Eksiksiz olup hiçbir iyelik tertibi gerektirmeyecektir ’’ (İsmet Özel / Bir Yusuf Masalı)


Alexander, postacıya inanmıştır ve Maria’nın odasındadır. Ellerini yıkar, piyanoda annesinin sevdiği şarkıyı çalar ve biraz evvel bahsi geçen hikayeyi anlatır. Sonra Maria’ya döner ve insanlığı kurtarmanın tek bir yolu olduğunu söyler, sevişmelilerdir. Maria önce reddeder, Aleksander’ı evine götürmek ister fakat arkasını döndüğünde elindeki silahı kendi başına dayamış bir adam görür. Aleksander kendinden çoktan vazgeçmiştir, kendini insanlığın kurtuluşuna adamıştır. Maria bu adanmışlığın karşısında duramaz. Sinema tarihinin en kült sahnelerinden birine şahit oluruz ardından, bedenleri birleşmiş ve yükselmiştir. Kamera tünelden çıkıp koşturan insanlara, sonra kentin büyük binalarına, oradan da küçük adama gelir. Aleksander ve küçük adam, mana âleminde birleşmiştir artık. Aleksander ile küçük adam, Maria ile Aleksander’ın Annesi birbirine katışmışlardır.

Ve rüya biter. Aleksander uykudan uyanmış, uyandığı anda diline ‘’Anne’’ kelimesi ilişmiştir. Duasının kabul olduğu rüyasında kendine bildirilmiştir. Kalkar radyoyu kapatır, dünyayla ilişkisini kesmektedir artık. Üstüne siyah bir gecelik alır, evdekilerin uzaklaşmasını bekler. Sonra sözünü yerine getirir ve ahşap evi, kül yığınına döndürür.


İman ruhuna girmiş ve kafatasından aklını, nefsinden arzusunu, bedeninden yaşama tutkusunu çekip çıkarmıştır Aleksander’ın. Kendisini kurban etmiş, insanlığı kurtarmıştır.


‘’Akşam olunca İsa on iki öğrencisiyle yemeğe oturdu ve yemek esnasında onlara “Size doğrusunu söyleyeyim, sizden biri bana ihanet edecek” dedi. Havariler de telaşlı şekilde sıra sıra “Ben miyim?” diye sordu. O da, “Bana ihanet edecek olan” dedi, “Elindeki ekmeği benimle birlikte sahana batırandır. İnsanoğlu, kendisi için yazılmış olduğu gibi gidiyor, ama İnsanoğlu’na ihanet edenin vay haline! O adam hiç doğmamış olsaydı, kendisi için daha iyi olurdu.” dedi. O’na ihanet edecek olan Yahuda, “Efendim, yoksa beni mi demek istedin?” diye sordu. İsa ona, “Söylediğin gibidir” karşılığını verdi. Yemek sırasında İsa eline ekmek aldı, şükredip ekmeği böldü ve öğrencilerine verdi. “Alın, yiyin” dedi, “Bu benim bedenimdir.” Sonra bir kâse alıp şükretti ve bunu havarilerine vererek, “Hepiniz bundan için” dedi. “Çünkü bu benim kanımdır, günahların bağışlanması için birçokları uğruna akıtılan antlaşma kanıdır.’’ (Matta / 26:20)


Son sahnede Küçük Adam, babası ile birlikte diktikleri kuru ağacın yanına uzanır ve ilk defa ağzından bir kelime çıkar:


‘’ Başlangıçta Söz Vardı ‘’


Keyifli seyirler dilerim.


Fatih YERLİ

1.012 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments

Rated 0 out of 5 stars.
No ratings yet

Add a rating
Yazı: Blog2 Post
bottom of page