Nasıl içine doğduğumuz coğrafya kaderimizin ne şekilde olacağının ilk ipuçlarını veriyorsa; aynı ölçüde içine doğduğumuz evlerimiz de nasıl birer insan olacağımızın ilk ipuçlarını verir. Ve bu bağlamda, ev sadece bir kelimeden ibaret değildir; o doğduğumuz andan son ânımıza kadar içimizde kendimizle birlikte taşıdığımız, bizi biz yapan şeylerin toplamıdır.
Kendimizi hem sözlü hem de davranış boyutunda özgürce ifade edebildiğimiz, tüm eksikliklerimiz ve hatalarımızla, başarılarımız ve dahi başarısızlıklarımızla kendimiz olarak var olabildiğimiz, zaman zaman içinde olmaktan dolayı acı çeksek de yine de ondan vazgeçemediğimiz yerdir evimiz. Ve bir eve ev diyebilmek için illaki bir çatısı olması gerekmez. Bazen eviniz karavanınız bile olabilir. Ama hangi türde olursa olsun tüm evlere ve insanlara ve canlılara ev sahipliği yapan ise bizzat doğanın kendisidir. İşte bu filmde; doğa ile iç içe yaşayan, 21.yy'ın getirdiği hızlı yaşam koşullarından sıyrılarak kendi iç yolculuklarında kaybolmayı ve tekrar tekrar benliklerini aramayı hayatın anlamı olarak algılayan "göçebeler"in yaşam serüvenine Fern'in hikayesi üzerinden şahit oluyoruz.
Fern 60 yaşlarında bir kadın. Yakın zamanda kendisine derin duygularla bağlı olduğu eşini yitirmiş dul bir kadın aynı zamanda. 2008'de ortaya çıkan ekonomik krizden dolayı seksen sekiz yıldır faaliyette olan alçıtaşı madeninin kapatılmasıyla da işsiz ve "evsiz" kalmış bir insandır kendisi. Ancak onu sayısız ihtimallerin beklediği yeni hayatındaki yeni evi ise karavanıdır artık.
Fern güçlü bir kadın olduğu kadar hüzün sahibi bir kadındır da. Yani insanı insan yapan duygu olan hüzün. Duygusal olduğu kadar coşkulu ve hatta zaman zaman da çocuksudur. Dengeli bir mizacı vardır ama; sorumluluk sahibi fakat bir o kadar da özgür ruhlu. Onun için, kaç yaşında olduğu "nasıl bir yaşam sürdürmeliyim?" sorusunun başladığı yer değildir. Kendisinden ve hayattan beklentilerinden hareketle bu soruya cevap bulmaya çalışır. Bunu yaparken de kendisini yollarda bulur. Ve çoğu zaman da doğanın içinde. Onunla iç içe. Öyle ki; toplumun ve geçmişinin ona giydirdiği tüm ön kabullerden, statülerden ve endişelerden soyunarak doğanın şefkatli kollarında güven duygusunu iliklerine kadar hissederek hem de.
Fern'in hem iç yolculuğunun hem de bizzat yolun kendisine revan olmasının iç içe geçmiş olan hikâyesini izlerken; kendimizden tamamen farklı yaşam biçimlerinin, dünya ve hayat algısının varlığına şahit oluyoruz. Ve bu şahitlik inanılmaz güzel bir şiirsellikte işleniyor. Ludovico Einaudi tarafından hazırlanan film müziği ise doğanın sesine ses vermesiyle dikkat çekiyor : https://youtu.be/W32VdXGUnUY
Özgün bir yapım olan Nomadland, sâdeliği, doğallığı, işlediği konunun derinliği ve sinematoğrafik özelliği ile seyirciyi etkilemeyi başaran bir filmdi. Almış olduğu çeşitli önemli ödüllerle birlikte Oscar ödülüne de aday gösterildi. Ve bence de aldığı tüm ödülleri hak eden bir eserdi.
Olumlu ya da olumsuz geçmişimizden getirdiğimiz her ne varsa şu andaki bizi biz yapan anılarla örülüdür. Fern filmin sonunda yolculuğuna başladığı yere geri döndüğünde geçmişle gelecek arasındaki köprünün insanın kendinden vazgeçmeden de kurulabileceğini gösterircesine kendisini bekleyen yeni tecrübeler ile tanışmak için yeniden bir yol hazırlığına başlar. Aslında hayatı sıkıcı olmaktan kurtaran yöntemlerden biri de bu değil midir zaten? Her yeni güne yepyeni bir insan olarak başlayabilmek : Yeni şeyler öğrenmeye, keşfetmeye ve tecrübe etmeye hazır bir zihin ve ruh ile yaşamak... Fern bunu kendi hikayesinde başardı. Ve anlaşılan pek çok insana da ilham kaynağı olacak...
İyi Seyirler Dilerim.
Fatma Yılmaz Göybulak
Oscar aldığı için seyretmeyi düşündüğüm bir filmdi. Konusu da ilgi çekiciymiş.